MÜSİAD Genel Başkanı Kaan DÜNYA için yazdı: Ekonomik istihbarat savaşları geliyor
MÜSİAD Genel Başkanı Abdurrahman Kaan
KORONA ile başlayan süreç dünya ekonomi-politik ve sosyal mimarisi adına bir miladı işaret etmektedir. Artık yeni ekonomik ve sosyal davranış biçimlerinin normal olarak nitelendirildiği bir yeniden paylaşım ve kavramsallaştırma sürecindeyiz. Sadece jeopolitik olarak nitelendirdiğimiz ana çatının bile yarının dünyasında; bilgi ve Ar-Ge jeopolitiği (bilgi-politik), gıda ve biyolojik dağılım jeopolitiği yani biyo-politik, üretim, tedarik ve lojistik hatlarının yeniden biçimlendirileceği endüstri-politik, sadece bir siyaset terimi olmaktan çıkıp ekonomik bir tanım alanı olarak ekonomik irredantizm; kültür ve sanatın birer ekonomik penetrasyon ve sosyal algı mühendisliği gibi çalışacağı kültür-politik gibi yeni kavramlar klasik ekonomi teorilerini baştan yazmamıza neden olacaktır.
PANDEMİNİN KÜRESEL OLİGOPOLİSTİK EKONOMİ ANLAYIŞI İÇİN BİR KURTARICI OLARAK İŞLETİLMESİ
Pandemi, zaten sıkışan dünya sisteminin bir patlama noktası gibi oldu. Tüm dünya ülkeleri aslında bir kriz yönetimi ve konvansiyonel risk yönetimi metotlarının ve siyaset anlayışlarının test edildiği bir süreci yaşamaktadır. Pandemi öncesi küresel ekonomik verileri incelediğimizde, COVID-19 salgını öncesinde OECD ve WB büyüme tahminleri, dünyada bir üretim daralmasına işaret etmekteydi. O dönemde verdiğimiz demeçlerde, dünyayı 2020 ve sonrası süreçte keskin bir emtia krizinin beklediğinin altını çizmiştik. Sadece emtia değil, reel ekonomik sorunların finansal araçlar ve politikalarla çözülmeye çalışıldığı bir kısır döngü içinde olduğumuzun ve bu durumun özellikle türev piyasalardaki şişme ile paranın değer ve tanım kaybına neden olacağının hatta parasal sistemin çökme noktasına geleceğinin altını defaten belirttik. Pandemi öncesi Doğu’ya doğru kayan ticaret bir yana; global mal ticareti, limanlar ve hava taşımacılığı bazında lojistik hacmindeki 2017’den beri gözlemlenen belirgin düşüşler zaten bize global ekonominin yeniden canlanması için yeni bir modele ve motivasyona ihtiyacı olduğunu söylemekteydi.
PANDEMİYE KADAR DÜNYA TARİHİNİN GEÇİRDİĞİ EVRELER:
DÜNYA JEOPOLİTİĞİNİN 20 YILLIK DÖNÜŞÜMLERİ
Dünya ekonomi-politik tarihini incelediğimizde her 20 yılda bir ekonomik desenin farklı bir periyoda geçtiğini ve dönüşüm geçirdiğini görürüz. Her iki dekad’ta bir sistem kendini revize eder. Sadece 20. yüzyılı bile ele alırsak;
1900 ila 1920 yıllarında sanayi devriminin baskın güçleri, kapitalizmi yerleştirmek adına çetin bir savaşın içine girdi. Birinci Dünya Savaşı Dünya İktisadi tarihinin kurallarını yeniden yazdı ve ülkelerin sınırları çizildi.
Bugün bizim bile yaşadığımız pek çok jeopolitik açmazın temelleri aslında, o 20 yıl içinde atılmıştır diyebiliriz. Türkiye, bu 20 yıl içinde, kendi ulusal kurtuluş ve bağımsızlık mücadelesini veriyordu ve neredeyse tamamen sistemin dışında bir oyuncuydu.
1920-40 arasını incelediğimizde; 1929 ekonomik buhranı, mevcut süreçleri yeniden ele almamıza neden oldu. 1920’lerde küresel sistemde Amerikan baskınlığı kendisini hissettirmişti. Bu dönemde mevduat işlemleri ile yatırım etkinliklerini birlikte gerçekleştiren Amerikan bankaları, İngiliz bankalarının yerine geçmeye başlamıştı. Sıkışan dünya sistemi, 1939 yılında ikinci bir savaşın ortasında buldu kendini ve bu kez hegomanya savaşlarının önü açıldı.
Büyük Bunalım sonrası, finansal piyasalardaki serbest girişler, ülkelerdeki ödemeler dengesizlikleri sorunları, sermaye kaçışları ve borç yükleri nedeniyle sahneyi finansal kontrolörler aldı. Biz bu süreçte yenilenen bir ülkenin, yeni yönetim biçimine entegrasyonu ile uğraşıyorduk.
1940-60 arasını incelediğimizde Marshall Planı ve Bretton Woods sistemi ile ülkelerin bağımsız ekonomilerinin tek tek güdüm altına alındığını gördük. Türkiye bu 20 yılda, Batıdan gelen baskın finansal sistemi kendi ülkesine entegre etmek zorunda kalmıştı.
1960-1980 arasına baktığımızda Euro Dolar piyasaları, petrol şokuyla birlikte küresel finansın merkezi haline gelmişlerdi. Yom Kippur Savaşı’nın ardından 1973’de petrol fiyatının dörde katlanması, 1979’da İran Devrimi ve 1980’de Irak’ın İran’ı tehdit etmesiyle üçe katlanması, küresel finansın akışının derinden sarsılmasına yol açtı. Böylece Dünya, 1973’ün gelişim için devleti şart koşan yaklaşımına geri döndü. Biz bu evrede, darbeler ve muhtıralar süreçlerini yaşıyorduk. Demokratik olgunluğa erişemez durumda bir anlayışın, ekonomik anlamda bizleri dışa bağımlı hale getirmesine adeta zemin hazırladık.
1980-2000 dönemi, dünyada eşine nadir rastlanır bir dönüşümün habercisi oldu. Soğuk Savaşın bitimini takip eden yıllarda Dünya, gerek uluslararası alanda politik anlayışın ve şartların farklılaşması, gerekse teknolojide eşine ender rastlanan ilerleme ile yeni bir ekonomik tanım ve tavırlar bütünü ile tanıştı. O güne değin ulus ve pakt, yani bölge temeline dayalı uluslararası sosyo-politik ilişkiler, yerini aşamalı bir biçimde, muhatabını tüm dünya ulusları olarak kabul eden, global üretim ve refah sorgusuna bıraktı.
Oysa küreselleşme nihai bir sonuç değil, aksine bir geçiş dönemi ekonomisi idi. Bugün bu hipotezin doğruluğunu Corona sürecindeki ekonomik tavırlar ile görmekteyiz.
Dünya sisteminin savunucuları, küresel finans sistemini, uluslararası arenada devletlerin hareket özgürlüklerini kısıtlayan, yine aynı düzlemde devlet stratejilerinin yerini alan, ekonomiye hâkim sınıfsal güçlerin oluşturduğu bir “ilüzyon” şeklinde tanımlamaktaydı. Bu kesim bugün, çok daha yüksek bir sesle; “mevcut iktisadi sistemin neo-keynesgil düzenlemelerle bile, ülke ve ulusları birbirlerine yaklaştırıp iktisadi ilişkiyi global refaha çevirmekten uzak olduğunu dile getirmekteler. Corona sürecinde buna yakinen şahit olmadık mı?
Şirketleşme ve markalaşma ekseninde dönen oligarşik finansal sistemin, millet arasında daha derin ve yıkıcı bölünmelere ve ekonomik uçurumlara yol açtığını ve hatta ticaret sistemindeki temel güven unsurunu yok ettiğini görmedik mi?
Zamanında bu kadar sert bir şekilde eleştirilen küreselleşme, o halde nasıl oldu da kendine bu denli elverişli bir zemin bulabildi? Çünkü sömürgeciliğin, demokrasi kisvesi altında serbest ticaret ve serbest dolaşım söylemlerini, gelişmekte olan ülkeler lehine, bir avantaj olarak sunmaktaydı. Ya da öyle bir algıyı finansal sistem ile desteklemekteydi.
Oysa aynı sistem, yeknesak kuralları yani, tüm dünya ulusları nezdinde standartlaşmayı da beraberinde getiriyordu. Hatta yeknesak kültürel akımlar, milletlerin tarihleri boyunca geliştirdikleri kültürel kodlarını dahi, “medeniyet” kavramı içinde derecelendirmeye tabi tuttu.
Bu noktadan sonra maalesef; üretim, istihdam ve sosyal refah gibi, reel ekonominin temel unsurları önemini yitirerek para ve onun etrafındaki finansal sisteme teslim olmaya başladı. Yani aslında ekonomi politikalarını, finansal araçlar ile yönetme süreci başladı. Reel olanın yerini türev olan almaya başladı.
2000 ila 2020 yılları ise sadece parasal sistemin değil, doğrudan paranın, paradigmal tanımının yeniden yapıldığı bir süreci işaret ediyordu. 11 Eylül saldırılarıyla başlayan süreç, aslında yepyeni bir hegemonya mücadelelerinin de miladı oldu ve zaman içinde Çin, dev bir oyuncu olarak oyuna katıldı. Çin’in devreye girmesiyle ekonomik üretim ve tedarik hatları da giderek doğuya doğru kaymaya başladı.
Lakin burada kritik bir husus var ki pandeminin etkilerinin bundan sonraki seyri açısından önemlidir: Kriz öncesi gelişmekte olan ilk 20’nin üretim bazlı büyüme seyri yukarı doğru iken gelişmiş 20’de bu seyir düşme yönündeydi. Dünya ekonomisi doğuya doğru kayarken üretim üsleri el değiştiriyor ve sermaye yeni üretim alanları buluyordu. Ulusal ekonomilerin yeniden güç kazandığı bir dünyada büyük şirketlerin hâkimiyeti altındaki gelişmiş ülkelerin üretim kapasiteleri azalırken; dünyanın yeni yatırım ve üretim alanı gelişmekte olan 20’nin oluşturduğu bloklardı.
Şimdi toparlanma sürecinde gelişmiş ülkelerin açıkladıkları yüklü mali paketler ile birlikte ilerleyen süreçte bu ülkelerdeki büyüme oranlarında çok daha radikal bir düşüşün olacağına ve paralel olarak daha sıkı mali politikalara yöneleceklerine de işaret etmektedir. Burada biz, otofinansman ile yatırımları ve bütçeyi dengeleme seçeneği ile karşı karşıya kalabilmekteyiz. Bu da üretim kapasitelerinin artması ve yerli-milli bir stratejik bilgi üretimi ajanslarını yerleştirmekle mümkündür.
PANDEMİ SONRASI DÜNYADAKİ OLASI DEĞİŞİMLER VE TÜRKİYE’NİN ARTAN ÖNEMİ
Öncelikle yaşam biçimlerimiz ve sosyalleşme algımız değişecektir. Bu değişim, ekonomik hayatta yeni bir çalışma düzeni ve mevzuat seti ile bizleri baş başa bırakacaktır.
Değer sistemimiz ile kamusal alan arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlamamamız gerekecektir. Bu süreçte sürdürülebilir insani gelişim için her ulusun değer sistematiğini yeniden gözden geçirmesi ve ekonomi hayatının bu değerlere saygılı bir şekilde tasarlanması gerekmektedir.
Üretim, tedarik ve değer zincirlerinin tüm dünya ülkeleri nezdinde adaletli bir şekilde dağılımı için yeni bir iktisadi üretim ve bölüşüm paradigmasına ihtiyacımız vardır. Bu kriz bize gösterdi ki tek başına Çin ya da sektörel olarak tek başına üretim ve tedarik zincirini elinde tutan ülkeler ve bunu destekleyen iktisadi sistem, kriz dönemlerinde boşluğa düşmüştür. Bu nedenle dünya küresel çıktısına hemen her ulusun iktisadi değerleriyle iştirak edebileceği çok katılımlı bir paylaşım sistemi bizleri beklemektedir. Çünkü Korona sonrası süreçte yaşanacak iktisadi daralma beraberinde küresel bir fakirleşmeyi de tetikleyecektir. Bu bakımdan global refahın yeniden tanımlanması ve şartlarının yeniden belirlenmesi gerekmektedir.
Siyaset yapma biçimlerimiz değişecektir. Dünya bu süreçte ve sonrasında lider bazlı ancak tabandan kuvvet alarak güçlenen doğrudan demokrasiyi test etmektedir. Katılımcı ancak çoğulcu bir yapının liderler ve onların taban kuvvetlerinden gelen ivme ile kriz süreçlerinde nasıl başarılı sonuçlar verdiğini gördük.
Eğitim tanımlarımız ve skolastik eğitim sistemlerimiz değişecektir. Artık uzaktan erişim imkânlarının etkin şekilde kullanıldığı ve bu şekilde çoklu disiplinlerde yetiştirilen nitelikli insan gücü ile yeni bir eğitim ve iktisadi yönetim modeli bizleri bekliyor diyebiliriz.
Bilim ve din arasındaki kavramsal dengeyi sorgulayıp pozitivizmin sınırlarını yeniden çizeceğimiz bir süreç bizleri beklemektedir. Dünya bilim, din ve ahlaki değerler üçgeninde ne sert pozitivist ne de tamamen dünyaya kapalı bir çizgide yürüyemeyeceğini anlamaktadır.
Çevre ve tabiatla kurduğumuz ilişkinin yeniden tasarlanması ve bizlerin tabiatla aramızda yeniden bir merhamet ve mutabakat sözleşmesine gitmemiz gerekmektedir. Bu süreçte bir kez daha gördük ki tabiat bize emanet edilmiş en kıymetli varlıklardan biridir.
Konvansiyonel milli güç unsurlarımız değişecektir. Bir zamanlar; toprak, sermaye ve askeri baskınlık olarak tanımladığımız ulusal güç unsurlarımızın nasıl çeşitlendiğini ve ulusal tehdit yelpazesine yeni kavramların dâhil olduğunu görmekteyiz.
Çin bugün pek çok alanda ticaretin domino gücü gibi algılanmaktadır. Ancak bu durum yeni bir doğu eksenli hegomonyanın da ayak seslerini bizlere unutturmamalıdır. Üstelik bu yeni güç, hem nüfus hem de jeopolitik konumlanma açısından uzak kıtanın deniz aşırı müdahaleleri ile kıyaslandığında çok daha sıcak bir tehdittir. Aynı şekilde Orta Asya ve Asya Pasifik’te kurduğu istihbarat gücü de eklendiğinde gelecekte yaşayacağımız çok daha yakın bir tehdidi de göz önüne sermektedir: Ekonomik İstihbarat Savaşları.
Bu bağlamda sadece ekonomik parametrelerimizi değil aynı zamanda güvenlik algılarımızı da gözden geçirmenin tam zamanıdır.
Ulusal gücün ölçülmesinde ulusal kaynakları; teknoloji, girişim, nitelikli insan gücü, finansal sermaye ve doğal kaynaklar olarak ayırmalıyız. Doğal kaynaklar ise artık stok kaynaklı hareket etme noktasında bize bir zorunluluk alanı açmaktadır. Nedir bu stok kaynaklar: Gıda ve tohum stokları, kritik öneme haiz teknolojik know-how stokları, kıymetli maden stokları ve elbette enerji stoklarıdır. Bu noktada enerjiye sahip olmak yetmeyecek, ilaveten enerji stoklanması stratejisini de gütmek durumda kalacağız. Bu nedenle enerjide dışa bağımlılığın en aza indirgenmiş olması ve dahi kaynakların genişletilmesi, hatta bulunan enerji rezervlerinden elde edilecek karın yeni rezervler bulunması yolunda harcanması kritik bir stratejik karar olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü enerji başta olmak üzere yukarıda saydığımız dört temel stok gücü bizim bilhassa ekonomi-politik stratejileri belirlediğimiz masalarda en değerli kozumuz olarak kalacaktır. Bölgeler bazında dünya enerji üretimindeki artışa bakıldığında ise bu artışı karşılayacak olan ülkelerin gelişmekte olan ülkeler olacağı görülmektedir ki bu ülkeler artan üretimlerine paralel olarak enerji ihtiyaçlarındaki artışla aslında kendileri için de yüksek miktarda enerji talebine haiz ülkeler olacaklardır. Bu durum, Avrasya’nın dolayısıyla Avrasya’nın geçiş ülkesi Türkiye’nin stratejik önemini vurgulamaktadır. Özellikle Avrasya üzerinden yapılan nakillerdeki artış önem taşımaktadır. Burada da yine Türkiye hem kara hem de boğaz trafiği ile geçişe hizmet vermektedir. Bu nedenle sadece gaz rezervine ulaşmak dışında bu rezervlerin ve diğer ülke rezervlerinin taşıma hatlarındaki kanalların da yeniden gündeme gelmesi esastır. Burada yoğun tartışmalara neden olsa da Kanal İstanbul modelinin geçiş ülkesi Türkiye’ye katacağı lojistik stratejisinin önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Kaynak: Dunya.com